Çalışmayı sevdiğim kadar, gezmeyi, değişikliği de severim. Gezilerimin verimli geçmesi, ne kadar çok fayda sağladığıma bağlıdır. Sağlığım ve mutluluğum yerinde olduğu sürece hem kendim, hem de beraberimdekiler için bir şölen havası yaratmaya, olabildiğince zevk almaya ve yararlanmaya çalışırım. Sanki bir sünger gibi gördüğüm güzellikleri emmeye, çıkaracağım dersler varsa almaya çalışırım. İşte bu yüzden sürekli gezmek isterim. Eşim benim yoğun seyahat tempomdan pekte hoşnut olmaz açıkçası. İş deyince akarsular durur onun için. Bende bir ucunu mutlaka iş seyahatine getirir, İyi organizatörlüğüm sayesinde çok şey sığdırırım kısıtlı bir zaman dilimine.
“Leyleği havada mı gördün?” deyimi, sanki bana biçilmiş bir kaftandır.
İnsanın gezmesi değil görmesi önemlidir. Ben de iyi bir gözlemci olduğumu düşünürüm. Kimsenin görmediğini görür gözlerim. Bilgi dağarcığıma öylesine özenle yerleştiririm ki gerektiğinde kullanabileyim. Başkaları için belki değersiz ama benim için paha biçilmezdir anılarım.
Hindistan’a 20-25 sene önce gitmiş ve bir daha gitmemeye tövbe etmiştim. Kısmetim de varmış demek ki tekrar gitmek. Bu kez bir davet üzerine Mumbai’ye gittik, dünyanın en büyük rafinerisini görmek için. İyi ki gitmişim. Bir insanın yoktan var etmesinin en güzel örneklerinden birisi idi benim için. O dev tankların, dev boruların, uçsuz bucaksız iskelelerin ve yakıt boşaltan, yükleyen dev gemilerin görkemi. Bir akaryakıt istasyonu pompacısının hayallerini gerçekleştirme çabası, ileriyi görüşü, fırsatları değerlendirişi ve azmi. Bir uzay üstünü andıran kumanda, takip bölümü. Duvarlarda dev ekranlarda sürekli değişen boru, tank görüntüleri ve akıp giden rakamlar. Ekranların karşısına kesik yarım daire şeklinde dizilmiş masalarda oturan, gözleri önlerindeki bilgisayarlar ve dev ekran arasında gidip gelen çalışanlar.
Seyir odasından aşağıyı izlerken teknolojiye ve eserin yaratıcısına hayranlığım bir kat daha arttı. Oradan ayrılırken duvarda gördüğüm üç çerçeve dikkatimi çekti. Birinde “Babamdan neler öğrendim yazısı, diğerinde kendi hayat felsefesini anlatan birkaç sözcük.
Göz hizasına yerleştirilmiş üçüncü çerçeve de ise
“Dünyayı koru, çünkü o sana değil, çocuklarına aittir.” yazısı.
Nasıl yani! Böylesine bir tesis yap sonrada dünyayı korumaktan bahset!
Sordum,
Dünya’yı nasıl koruyorsunuz?
Gülümseyerek bizi Green belt adını verdikleri uçsuz bucaksız Mango ve diğer meyve ağaçlarının olduğu bir alana götürdüler. Meğer mini bir ağaç dikim seremonisi hazırlamışlar bizim için. Dikilecek çukurun kenarında Mr.Fikret Öztürk tabelası ve bir mango fidesi duruyor. Çok duygulandım. Bizi konuk etmeleri, özel uçakları ile rafineri bölgesine götürmeleri, yaptıkları mükemmel sunum ve leziz yemekler kusursuzdu. İtiraf etmeliyim ki hepsinden çok beni etkileyen bu anlamlı seremoni oldu. 5 milyon üzerinde ağaç var bu alanda dediler. Meyvelerini ve meyve sularını kendi markaları ile satıyorlarmış. Sulama sistemini kendileri için özel geliştirmişler ve dışarıya pazarlamışlar. Çölde 15 yıl içinde bir cennet yaratmışlar. Her çeşit hayvan ortalarda dolanıyor. Bizi bu mango denizinin ortasında yemyeşil çimenlerin ortasına özenle yerleştirilmiş kulübeler ve masaların, bankların olduğu bir alana götürdüler. Kendi ormanlarının meyvelerini ikram ederken yetiştirdikleri ile ilgili güzelde bir sunum yaptılar.
Nasıl mutluluk yaratılır? Nasıl hayranlık kazanılır? Nasıl başarılı olunur? Dünya nasıl korunur? sorularının cevabı apaçık ortada idi. Oradan ayrılırken günün nasıl çabucacık geçtiğini anlamadık bile.
Ertesi gün halkın arasına karıştık. Dünle çelişen bugün. Sefalet, geri kalmışlık, zenginle fakir arasındaki uçurum. Parkı gezerken renk renk yerel giysiler giymiş bir grupla karşılaştım. İçlerinde 70-80 yaşlarında, kraliçe edalı, incecik, zarif, dimdik, gururla gülümseyen bir kadın çekti dikkatimi. Isınıverdim birden. Her şeye rağmen mutlu kalabilmiş bir yüz diye geçirdim içimden ve sarıldım sıkıca.
Mutluluk yaşanmalı,
Mutluluk yaşatılmalı,
Mutluluk yaratılmalı, sözcükleri döküldü dudaklarımdan…